Doğuştan hür bir insanın düş, düşünce, umut, tercih, beklenti ve yönelim dünyasını; iradesi dışında sınırlamak ve kısıtlamakla başlıyor zulmün ilk adımı. Başkalarının özgürlüğü ve temel haklarıyla çatışmayan bir iradi hareket; onur, erdem, mutluluk, huzur, başarı ve aidiyet arayışıdır.
Toplumsal yaşamda yer almayı tercih eden bir birey; yol gösterici, öğretici, yönlendirici, yönetici, geliştirici bilgelere ihtiyaç duyar. Toplum da zaten; bireyler arası alış-verişle, iletişim, etkileşim ve dayanışmayla ayakta kalır, büyür ve gelişir.
Geliştirdiğimiz ve uyguladığımız, yasalar ve kurallar, herkesi bağlar. Eşit şartlarda uygulanıyorsa adildir ve çatışmaları izole eder. Yasaların yaptırım gücü, dayanağı, gerekçesi ve güven verirliği; hazırlayanların da harfiyen uyması, devletin ve milletin üzerinde konumlanmasıyla ölçülür.
Haklıyı haksıza karşı, azınlığı çoğunluğa karşı koruyabiliyorsa; kanunların adil ve asil ruhundan söz edilebilir.
Kişiye, inanca, menfaate, ideolojiye özgü çıkarılan yasa ve uygulama yetkileri; kaygan bir zemin oluşturur ve huzurlu/güvenli bir gelecekten söz edilemez. Hem geçmişten, hem günümüzden, yaşadığımız toplum ve dünya coğrafyasından; anlattıklarımıza olumlu ve olumsuz örnekler vermek mümkündür.
Çok önceki dönemlere gidip de moralleri daha da bozmak istemem. Son on yılda, toplum olarak yaşadıklarımız; savrulduğumuz yönü, olası tehlikeleri, kırılma noktalarını gözler önüne seriyor.
Zaten yetersiz olan, buna rağmen hazırlayan irade tarafından tam uygulanmayan bir anayasa; toplumun ihtiyaç ve beklentilerini nasıl karşılayabilir ki? Demokratik hak, ödev ve hürriyetler, yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü ve bağlayıcılığı, güçler ayrılığı ilkesi, şeffaflık ilkesiyle icraat yapan, hesap verebilirlik ilkesiyle yargısal denetimden geçen bir yönetim anlayışının garantörü; anayasa metni ve anayasa mahkemesi değilse başka kim olacaktır?
Din, ırk, mezhep, ideoloji, fraksiyon, tarikat, cemaat, aşiret, kulüp, lobi, misyon vb. çeşitlilik, birliktelik, yapılanma ve farklılıklar; mevcut yasa ve kurallar ihlal edilmediği sürece çoğulculuk ve renklilik olarak kabul edilebilir. Bu toplumsal yönelim, psikolojik ve sosyolojik gerçeği; yasa ve yaptırım gücüyle ortadan kaldıramayız. Gizlenir, yer altına iner yine kendi bildiğini okur. Demokrasi, hukuk, bilim ve anayasal yurttaşlık bilinç düzeyi yükseldikçe; ayrışma ve çatışmalar azalacaktır.
Vatanın, milletin, devletin ve tüm sistemin birliği, uyumu, dengesi ve bölünmez bütünlüğü ancak bu yöntemle sağlanabilir. Çalışan bir makinede, bir cıvata bile noksan veya gevşek olsa, ses çıkaracaktır.
Doğada biriken enerji nasıl yanardağ olup lav fışkırtıyorsa, depremle yer küremiz nasıl sarsılıyorsa, fazla yağan yağmur sel olup, önüne kattığını sürüklüyorsa, fırtınalar tüm emeklerimizi yıkıp geçiyorsa;
kural tanımazlıktan kaynaklanan despotik yaklaşımlar da yaşam kalitemizi olumsuz etkilemektedir.
Bilimsel, yöntemsel, teknolojik donanım olarak hazırlıklıysanız; hem doğal felaketleri hem de sosyal erozyonları daha az hasarla atlatabilirsiniz. Yoksunluk, yoksulluk, öngörüsüzlük, uzgörüsüzlük, beceriksizlik varsa; katlanmak zorunda olmamalıyız.
Gelelim son on yılda, toplum olarak yaşadıklarımızı hatırlamaya. Anayasa ve hukukun üstünlüğü, demokratik, lâik, hukuk devleti ilkelerinden uzaklaşma başlayınca; toplumdaki tedirginlik ve ayrışmaları; yağmur öncesi esen fırtına, deprem öncesi oluşan artçı sarsıntılar gibi hissetmeye başlamıştık.
Çoğulculuk ilkesine göre şekillenmiş bir toplumda; istisnasız her yurttaşın, “işte benim güven duyduğum devletim” diyebilmesi gereken yönetim anlayışında; bir dini, mezhebi, tarikatı, cemaati, ideolojiyi, partiyi, misyonu; devleti şekillendiren, yöneten, yönlendiren, değiştiren, kural koyan bir konuma getiremezsiniz. O zaman çoğulculuk, farklılık, inanç ve düşünce özgürlüğü ipotek altına alınmış olur. Siyasal iktidar; yasama organının, anayasaya uygun olarak hazırladığı yasalarla ve yargı denetiminde icraat yapar. Yürütme organının çalışma şekli, anayasaya ve erkler ayrılığına göre böyledir. Ve hükümet, devletin direksiyonunda, seçildiği sınırlı dönemde görev yapar.
Siz tüm çeşitlilik,, renklilik ve tercihleri; bir inanç ve ideolojinin rengiyle boyamaya kalkarsanız, tüm sosyal dengeler alt-üst olur.
Yargıda, eğitimde, güvenlik birimlerinde, bürokraside; siyasal iktidarın ve/ya diğer muktedir güçlerin
rengine ve beklentisine göre “tek tip adam yaratma” çabasına girerseniz, çürüme, kokuşma, çatışma ve ayrışma başlar. Ve sosyal felaketler zinciri; tüm kazanımlarımızı esir alır.
Bu on yıllık süreçte ilk sosyal felaketimiz; militarist bir kalkışma girişimiyle, kirli yüzünü gösterdi.
Toplumsal bir refleksle geri tepmesi ise umut vericiydi. Fakat daha adil ve demokratik, laik bir düzen kurma fırsatı varken; bu durumu bir şans, “Allah’ın lütfu” olarak görme niyetleri, aynı zihniyetin başka bir versiyonu olarak, kendilerine rol biçenler, krizi fırsata çevirmeye yöneldiler. Evrensel hukukun tüm temel ilkeleri zedelendi. Suç ve cezada kanunilik, hukuk güvenliği, suçların şahsiliği ilkeleri askıya alındı. Yani despotizm karanlığından, aydınlığa yeni bir yol açabilen bir Almanya, İtalya, Romanya, Fransa gibi olma şansını kaçırdık şimdilik. Yol ve yöntem aynı kaldı; yalnızca özne değişti. Topyekûn sistem, algı ve bilinç devrimine ihtiyacımız var.
Koronavirüs salgını, zaten ayakta zor duran, toplumsal dengeleri olumsuz etkiledi. Zorunlu ev hapsi ile tanıştık, çok canlar verdik. Bu küresel bela; bazı şeyleri bize yaşatarak zorla öğretti. Temizlik, güvenlik, afet ve acil durum kültürü, gıda ve ilaç stoğu, hastane kapasitesi, sağlık personeli ve teknik donanımların nasıl olması gerektiğini öğrendik ve gündeme aldık.
23 yıl sonra kendini bize tekrar hatırlatan Düzce deprem felaketi; yeterince ders çıkarmadığımızın, önlem almadığımızın belirleyicisi, test edicisi oldu. Belki de 6 Şubat 2023’de 11 ilimizi yıkan depremin ön ikazıydı bu. Olağanüstü can/mal kaybı ve yaralıların olduğu bu felaket; “asrın felaketi” olmakla birlikte aynı zamanda “asrın ihmali” nin bir sonucu olamaz mı? Yorum ve kanaatleri; akıl ve vicdan sahibi bilge iradelere bırakıyorum.
Tüm bu felaketlerin gölgesinde; cumhuriyetimizin ikinci yüzyılını şekillendirecek bir siyasi kadronun/iradenin belirlenmesi için; 14 mayısta sandık başında olacağız.
“Tamam mı, devam mı” diyeceğiz.
“Aynı tas, aynı hamam mı” diyeceğiz.
“Sistemi yenilemek, tadilat için değişim” mi diyeceğiz.
Veya israf, iflas, hak ihlali, anayasa ihlali, hak ve özgürlüklerin istismarı gibi konularda, yeni bir arayışı mı tercih edeceğiz?
Yargıda; etik değerleri uygulayan ve önceleyen, felsefi bir derinliğe ulaşmadan; adil bir vicdani kanaat oluşması mümkün değildir. İddia, mütalaa, savunma ve hüküm açıklayanlar;
hukuka uygun ve yeterli somut delil, tipiklik, hukuki belirlilik, suç ve cezada kanunilik, suçun maddi ve manevi unsurları, geriye işlemezlik, delil ve isnat arasında nedensellik bağı, suç teorisi, şart teorisi, objektif isnadiyet teorisi, objektif cezalandırabilme şartı, matufiyet şartı, uygun sebep teorisi vb. hukuki ilke/teori ve kuralların süzgecinden geçirilerek denetlenmeyen hiçbir iddia/itham/isnat/ sav/savunma/hüküm kurulamaz. Bu anlayış anayasamızın yargı bölümüne detaylı şekilde yazılmalıdır.
Yanıltıcı kurtarıcılardan kurtulmak; ancak örgütlü cehaletle mücadeleyle mümkündür. Bunun yolu da aşk, heyecan, kararlılık ve cesaretle zihinsel/bilimsel devrim ve değişimden geçer. Hak ettiğimiz aydınlık, mutlu ve umutlu yarınları inşa etmek bizim elimizde, bizim irademizde.
Samsun, 26.03.2023
Ali Rıza MALKOÇ
arm.web.tr
Harika bir yazı olmuş zevkle okudum kutluyorum. Bu gibi yazılar dilerim halkımızın demokrasi bilincini yükseltir. Selamlar sevgiler saygılar… Mehmet Bozdemir
Merhaba Mehmet Bey, yakın ilginize teşekkür eder, esenlikler dilerim.