-Kelimeler ve kavramlar arasında derince bir yolculuk-
Kelimeleri ve kavramları sorgulamadan, elbette esiri, bağımlısı değiliz. En azından böyle bakmalıyız. Onları, ihtiyacımıza göre arar, keşfeder, çözümler ve yorumlarız. Yaşam, gerçeklik, duygu, düşünce ve anlam arayışımıza katarız. Önemli olan, yorum hatası ile, zaman kaybı, hak ihlaline bilerek ve isteyerek neden olmamaktır. Kelime ve kavramların; anlamı, kapsamı ve işlevi hakkında, sınanmış deneyimlere sahip olmak gerekir.
İnsan davranışlarının, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik, nedenleri ve sonuçları vardır. Refleks ve içgüdü, her ikisi de organizmaların çevresel uyarıcılara otomatik ve bilinç dışı tepkilerini tanımlar, ancak farklı kavramlardır.
Refleks, dışarıdan gelen bir uyarıcıya karşın düşünülmeden içten gelen davranışlar olarak tanımlanır. Örneğin, limon kelimesini duyan bir kişinin ağzının sulanması, yüksek ışık karşısında gözbebeklerinin küçülmesi, karabiber koklayınca hapşırmak birer refleks hareketidir. Bir hareketin refleks olabilmesi için, doğuştan gelmesi, genelde ertelenmesi çok güç olsa bile ertelenebilmesi, aniden olup bitmesi gerekmektedir.
“İstem dışı anlık refleksler, içgüdüler; herhangi bir irade tercihini, duygu ve düşünceyi doğrudan temsil edemezler. Tıpkı kalbimizin atışı gibi, bilerek ve isteyerek icra ve ifa edemediğimiz hareketlerdir.
Canlılar, çevrelerindeki değişimlere karşı çeşitli tepkiler gösterirler. Bu tepkiler, hayatta kalma, üreme ve çevreye uyum sağlama gibi temel işlevleri yerine getirmelerine yardımcı olur. Refleks ve içgüdü, organizmaların bu tepkileri düzenleyen iki önemli mekanizmadır. Bu makalede, refleks ve içgüdünün ne olduğunu, aralarındaki farkları, örneklerini ve evrimsel önemini de inceleyeceğiz. Araştırma sürecinde, biyoloji sözlükleri, ansiklopediler ve bilimsel makaleler gibi çeşitli kaynaklardan yararlanılmıştır.
Refleksler genellikle değişmez ve tutarlıdır, yani aynı uyarana her zaman aynı şekilde tepki verirler. İçgüdüler ise, öğrenme ve çevresel faktörler tarafından bir dereceye kadar değiştirilebilir. Örneğin, bazı içgüdüler öğrenme yoluyla baskılanabilir veya modifiye edilebilir. Bu esneklik, içgüdülerin organizmaların değişen çevre koşullarına uyum sağlamalarına yardımcı olur.
Refleks, belirli bir uyarana karşı hızlı ve istemsiz bir yanıt olarak tanımlanabilir. Sinir sistemi tarafından anında gerçekleştirilen bu yanıt, bilinçli düşünce sürecinden geçmez. Refleksler, genellikle koruyucu bir işlev görür ve vücut zarar gördüğünde veya potansiyel bir tehlike ile karşılaştığında otomatik olarak devreye girer.
İçgüdü, doğuştan gelen, türe özgü ve karmaşık davranış kalıplarıdır. İçgüdüsel davranışlar, öğrenme veya deneyim gerektirmez ve genellikle türün hayatta kalması ve üremesi için kritik öneme sahiptir. İçgüdüsel davranışlar, genetik olarak programlanmıştır ve belirli bir uyaranla tetiklenir.
Bu tür durumlara, bilinç altına yerleşmiş olan korkular, endişeler, deneyimler, deneyler, biyolojik ve genetik yapımızın da etkisi vardır. Birey bu davranışlardan zamanla kurtulabilir, otomatikleşebilir veya gönüllü tercihleri arasına da katabilir. Bilinçli hatalara, sosyal statü arayışına ve kolektif davranış kalıplarına dönüşebilir.
Reflekslerin nörobiyolojik temelleri ile sosyal öğrenme dinamikleri arasında bir ilişki vardır. İstemsiz refleksler, nöral devreler (FPR refleksi gibi) ve genetik kodlarla şekillenir. Koşullu şartlanmalar yoluyla öğrenilmiş refleksler (örneğin anksiyete tetikleyicileri) zamanla otomatikleşerek kişinin davranış repertuvarına yerleşir.
Bilinçli hatalar (örneğin tüketim çılgınlığı), sosyal statü arayışı ve marka kimlikleriyle pekişerek kolektif davranış kalıplarına dönüşür. Risk toplumunda geleneksek kontrol mekanizmalarının aşınması, bireysel sorumluluğu öne çıkarırken yasal düzenlemelerin sınırlarını zorluyor.
Peki bilerek, isteyerek, kabul ederek, onaylayarak, değiştirmeyi düşünmeden sürdürdüğümüz; hatalar, yanlışlar, suçlar ve günahlar için ne demeli? Bunun bir yasal kısıtlaması, toplumsal yaptırımı olmalı değil mi?”
Risk toplumunda geleneksel kontrol mekanizmalarının aşınmasıyla birlikte, bireysel sorumluluğun ön plana çıktığı ve yasal düzenlemelerin sınırlarının zorlandığı açıktır.
İnsan davranışlarının karmaşıklığı ve toplumsal etkileri üzerine derinlemesine bir tartışmanın, araştırmanın zorunlu olduğunu düşünmekteyim.
İradi davranışlarda eğer hukuka uygun suç unsuru ve şüphesi varsa yargının, davranış bozukluğu ve kusurlu hareketler varsa, psikoloji, tıp ve sosyolojinin ilgi ve yetki alanına girmektedir.
Hukuk kuralları açısından değerlendirdiğimizde; anlık istem dışı refleks, hayal, düş, rüya ve niyet kapsamındaki bulgular; hukuki açıdan yargılama gerekçesi olamaz. Fakat bu durum iz sürülerek, bilerek ve isteyerek ihmal, kusur ve kasti bir davranışa bizi götürüyorsa, soruşturulması gerekebilir.
Türk Ceza hukuku sisteminde, zaruret hali, meşru savunma, mücbir sebep, işlenemez suç vb. nedenlerden dolayı; bilerek ve isteyerek bir kast oluşmadığından; isnadiyet ve matufiyet şartı oluşmamış kabul edilir.
Mücbir sebep, kişinin iradesi dışında gelişen, önlenmesi ve öngörülmesi mümkün olmayan olağanüstü durumları ifade eden hukuki bir kavramdır. Bu tür durumlar, bireyin veya kurumun belirli yükümlülüklerini yerine getirmesini imkânsız hale getirebilir.
Mücbir Sebep Örnekleri:
-Doğal afetler (deprem, sel, kasırga, yangın vb.)
-Salgın hastalıklar (COVID-19 gibi)
-Savaş, terör olayları, ayaklanmalar
-Devlet tarafından konulan yasaklar (sokağa çıkma yasağı, ihracat yasağı vb.)
Bu tür olaylar, genellikle borçlunun sorumluluğunu ortadan kaldırabilir veya sözleşmesel yükümlülüklerin yerine getirilmesini erteleyebilir. Ancak, her olay mücbir sebep sayılmaz; olayın etkisi ve sonuçları, somut duruma göre değerlendirilir.
Ahlâk ve adalet ile uyumlu olmayan, hak-hukuk temeline oturmayan her şey noksan ve aldatıcıdır. Bundan dolayıdır ki; birçok anlatımlarımda konunun bir yönünü ahlak ve adalete döndürmek zorundayım. Düştüğümüz yerden kalkabilmek için buna mecbur ve mahkûmuz.
Bir insanı rüyasındaki eylemlerinden sorumlu tutamadığımız gibi; kurgusal olarak yazdığı bir öykü ve romandan da sorgulayamayız. Bir film senaryosunda kötü adam rolünü oynamasından da sorumlu tutamayız. Bir düşünür, araştırmacı ve yazarın kütüphanesinde her tür eser bulunabilir. Bu tercihi, onları kabullendiğinden değil, onlara karşı daha farklı bir içerik üretmek amacıyla araştırmak içindir. Bir fen bilimleri uzmanının laboratuvarında; kan, dışkı, idrar, çürümüş et parçası olabilir. Bunlar beslenmesi veya pazarlaması için değil; insanlığa daha yeni bir buluş kazandırmak için geçici olarak incelemeye, gözleme aldığı materyallerdir. Böylesi durumlarda; amaç, niyet ve hedef çok önemlidir.
Kurduğumuz mantık, algoritmik sorgu zinciri, gerekçelendirme ve temellendirme anlayışı; vicdani yeterliliğimizi ve insani kalitemizi belirleyecektir. Bir tercih, karar veya girişimin kalıcı, kabul edilebilir, sürdürülebilir, tekrarlanabilir olması için; bilimsel ve hukuksal bir temeli ve gerekçesi olması gerekir. “Güruh” , “yığın” “cemaat” ve “topluluk” olmaktan çıkıp modern bir toplum olmak; ortalama bir bilim, hukuk ve ahlak bilincimizin yeterliliğiyle gerçekleşecektir.
Yanıltmaya, göz boyamaya kurgulu ve odaklı politikacılık; bilincin bir nevi imalat hatası olup, yalancılık da onun adeta meslek hastalığıdır.
Dağıtıldıkça eksilmeyen değerlerden biri de adalettir. Hukuk mesleğini icra edenlerden hâkim, savcı ve avukat, maddi gerçekliği ararken; ulaşacağı somut ve maddi gerçek için, devletin veya şahsi hazinesinden bir şey eksilecekmiş gibi şahsi, yanlı ve takıntılı davranması, tüm insanlığa ve onun kazanımlarına hakaret olacaktır.
Sezgi, kurgu, varsayım, tahmin, ihtimal ile maddi gerçekliğe ulaşamayız. Somut ve nesnel bir veri yoksa; adalet değil kıyamet ortaya çıkar. Hukuk bilimini asla sürrealist sanatsal bir yaklaşımla aynı kategoriye koyamayız. İlgi ve yetki alanları ve tüm girdileri; kesinlikle somut, ölçülebilir, gözlemlenebilir, tekrarlanabilir olmalı ve hukuki normlar hiyerarşisinde bir karşılığı, tanımı, açıklaması, dayanağı, gerekçesi bulunmalıdır. Tarihsel bir bilgi, olay, eylem ve oluştan, bu gelişmelerle doğrudan veya zincirleme olarak hiçbir tasarrufu, katılımı olmayan bir bireyin sorumlu tutulması, modern ve pozitif hukuk ilkeleriyle bağdaşmaz.
Kurgusal, ütopik, fantastik, platonik zihin hareketi ve varsayımsal kurguyla elde ettiğimiz verilerle maddi gerçekliğe ulaşamayız ve bu tür verileri gerekçe/temel/ dayanak göstererek hüküm kuramayız.
Hukuki normlar ve ilkeler; hukuk güvenliğini tesis etmek için başvurulan kaynaklardır.
Hukukun üstünlüğü, bağlayıcılığı ve belirliliği bu ölçülerle şekillenir. Belirlilik varsa, vicdani kanaat oluşur. Belirsizlik hakimse, hâkim taktir yetkisini kullansa bile adaletin tam yerini bulduğu şüphelidir. Belirsizliğin, keyfiliğe dönüşmediği yerde, ancak adaletten, hakkaniyetten söz edilebilir. bu kriterlere aykırı durumlarda ise yargılamanın meşruiyeti tartışmalı hale gelecektir.
İlkeler ve normlar doğru yorumlandığında; hukukta adaleti, belirliliği ve tutarlılığı sağlamış olacağız. Hukuk bilimi; tarihi, sosyolojisi, felsefesi, psikolojisi, usulü, yöntemi, epistemolojisi, etiği, tekniği, ilkeleri ve yasalarıyla bir bütündür. Bu zincirleme ilişki ve etkiyi birbirinden koparır veya yok sayarsanız, hukuki tüm yasa, iddia, savunma ve hükümler robotik ve ısmarlama bir metne dönüşür. Bir bilim dalının ilkesel hedefi; ilgilendiği alanın içeriği, kapsamı, sınırları, kökeni, kaynakları, amacı, uygulanabilme yeteneği, geçerliliği ve kullandığı yöntemler hakkında bilimsel veri üretmektir. Hukuk; sosyal bir olgu ve insan aklı ile vicdanından doğan bir idealdir. Dış dünyada, sınanabilen, algılanabilen, somut gerçekliğe odaklıdır.
Doğru, hakikat, maddi gerçeklik dediğimiz şey; gökte bulut halinde, yerde maden şeklinde, bir pakette tek parça ve hazır olarak bulunmuyor. Ona ulaşmak için bir kasayı açmak yeterli olmuyor. Birbiriyle ilişkili, birbirini tamamlayan o kadar çok bilgi, kelime ve kavram var ki; çok farklı kapıları, anlayışları, keşifleri, birikimleri, donanımları ve kaynakları da irtibat kurmamız gerekiyor.
Adaleti, hakikati ve maddi gerçekliği, usul ve yasaya uygun şekilde dürüst ve hakkaniyetle aramak isteyenler; neyi aramadıklarını, ne yapmak istediklerini, neleri yapmamaları gerektiğini çok iyi bilmelidirler. Önyargıyla, soyut varsayımlarla, genellemelerle, husumetle, yandaşlıkla, baskıyla, zorlamayla, siparişle, militanlıkla yüce adaletin dağıtılamayacağını peşinen kabullenmelidirler. Doğal, somut, pozitif, bilim ve mantıkla uyumlu ve ilişkili olanın dışındaki bir anlayış ve algıyla adalet dağıtılamaz. Ceza hukukunda; temellendirme ve delillendirme evresi hukuka aykırı olduğunda; kurulan hüküm arızalı, gerekçe de yanıltıcı olacaktır.
Laikliği, inanç merkezli bir özgürlük zemini olmaktan çıkarıp, dayatmacı yaklaşımla topluma kabullendirmeye çalışırsanız, buna tepki olarak nitelikli bir dindarlık da oluşmaz, oluşmadı da.
Seküler yani maddeyi ve dünyayı kutsayan bir dindarlık anlayışı, günümüzü kirletmiş, geleceğimizi de esir almak üzeredir.
Her şeyin madde ile ölçüldüğü, her ilişkinin çıkara dayandığı düşünce ve yönetim sistemlerinde; devamlılığı sağlamak için fikir dayatan tellallar, haykıran simsarlar ve bu tezgâha sürekli gönüllü kurban taşıyan hanutçular vardır. Bu zinciri engelleyen ya da koparanlar; daimî düşman ilan edilirler.
Kimliği var kişiliği yok, aklı var fikri yok, fikri var tutarlı ve kalıcı bir mantığı yok. Hepsi var ama adaletle ölçebilen bir vicdanı yok. İşte bizi yıkıma sürükleyen anlayış, kavrayış budur.
Yeni, sıra dışı, yapıcı ve diğerlerinden farklı bir bakış açısı, anlayış ve yöntem ortaya koyacaksak; bazı şeyleri devre dışı bırakmak, yıkmak, yok etmek, değiştirmek ve pasif hale getirmek zorundayız. İnsan kokulu, mantık dokulu, çözüm odaklı, toplumsal kurgulu üretim, girişim, iletişim ve muhakemeye ihtiyacımız vardır.
Dünyayı adeta akıl ve dengeden yoksun insanlar yönetiyor ve yönlendiriyor. Bizler de korku filmi izler gibi bakıyoruz. İnsanî koku ve dokuyu temsil eden; bilim, kültür, sanat, felsefe, mantık, edebiyat ve maneviyat, kitaplara hapsolmuş durumda. Ne demişler; sütün niteliği neyse, kaymağı da ona benzer olacaktır. Her bireye ayrı ayrı sorumluluk düşüyor. Gürültüyü, görüntüyü, hazır sunulan sloganları ve reçeteleri seviyoruz amma çoğunlukla çaba ve çile gerektiren, gerçeği ortaya çıkaracak olan okuma ve araştırmalar yapmıyoruz. Ortada bir hata, ihmal, suç ve kusurlar zinciri var fakat faillerin belirsiz olması sanırım işimize yarıyor. Şahsi ihmal ve hataların yükünüyse tüm toplum çekiyor. Tavan çökerse, tabanda kimseye huzur olmaz.
Sahici, samimi, doğru ve dürüstlük ölçeğindeki tavırları o kadar özledik ki; bu arzu , talep ve ihtiyacımızı hayvanları ve doğayı sevmekle karşılamakla yetiniyoruz. Bu alanı genişleterek, yoğunluğunu ve çoğunluğunu insanların oluşturduğu yeni ve güvenli bir dünya düzeni kurabilmeliyiz. Devletler, vatandaş üretemez. Vatandaşlar ancak; bireysel iradesini bilinçli bir organizasyonla örgütleyerek devlet düzenini kurabilirler.
Reforma, değişime, gelişime, rönesansa, yeni yönteme, devrime; öncelikle “nerede hata yaptık acaba?” sorgusuyla başlamıyorsak, dürüstlüğümüzden, samimiyetimizden, niyetimizden, doğru yolda olduğumuzdan şüphe edilir ve sonuna kadar haklıdırlar. Atacağımız adımı ve yapacağımız hamleyi; açık ve anlaşılır bir şekilde gerekçelendiremiyorsak, temellendiremiyorsak, amacına ulaşma ihtimali çok azdır. Bizim reform ve devrimden önce hem bireysel hem de kurumsal planda rönesans bilincine ihtiyacımız var. Bu alanda en verimli okumaları; Sosyolog, Prof. Dr. Besim F. Dellaloğlu hocamızın eserlerinden yaptım. Özellikle, 1- Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi 2- Poetik ve Politik Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi, 3- Sosyolojik marifet, 4. Sosyolojik basiret, 5. İkondan kanona ve diğer kitaplarını dikkatlice okumanızı öneririm. Sayın Dellaoğlu’na göre Rönesansın kısa ve öz tanımı:
“Rönesans, 14. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Avrupa’da yaşanan bir kültürel, sanatsal, bilimsel ve felsefi yenilenme dönemidir. Rönesans; değişim, gelişim, reform ve devrim hareketlerinin ruh köküdür. Bu kök temelli ve mantıklı değilse, tercihimiz, icraatımız; sürdürülebilir ve hazmedilebilir olamaz.
Rönesans, 14. yüzyılın sonlarından 17. yüzyılın başlarına kadar Avrupa’da yaşanan ve tarih, sanat, bilim, sosyoloji ve felsefe alanlarında köklü dönüşümlere yol açan bir dönemdir. Bu dönem, Orta Çağ’ın skolastik düşünce yapısından kopuşu ve modern dünyanın temellerinin atılışını simgeler. Rönesans, kelime anlamıyla “yeniden doğuş” demektir. Antik Yunan ve Roma uygarlıklarının mirasının yeniden keşfedilmesi ve canlandırılması anlamına gelir. Bu dönemde, klasik metinlerin yeniden incelenmesi ve yorumlanması, tarih bilincinin gelişmesine katkıda bulunmuştur.”
Rönesansın ruhu eğer bir toplumun yenilenmesine öncülük edecekse; kesinlikle yalnızca bir inançtan, gelenekten, etnik kimlikten, yerel değerlerden beslenmemelidir. Toplumdaki çeşitliliği dağıtamayacağımıza göre; hepsini kucaklayan ortak değerlere öncelik vermemiz gerekir.
Elbette geçmişi, geleneği, inancı çöp kutusuna taşımıyoruz. Ölçülü, mantıklı ve yerinde tercihlerle zincirin parçalarından biri haline dönüştürüyoruz.
Sonuç: Rönesans, insanın kendisini ve dünyayı yeniden keşfettiği bir dönemdir. Tarih, sanat, bilim, sosyoloji ve felsefe alanlarında yaşanan bu köklü değişimler, modern dünyanın temellerini atmıştır. Bu dönem, insanın potansiyeline olan inancı ve akılcı düşünceyi ön plana çıkarmış, böylece bugünkü Batı medeniyetinin şekillenmesinde kritik bir rol oynamıştır.
Şehrin en tepe noktalarına güvenlik ve gözetim için kaleler kurar ve muhafız dikeriz.
Bir de futbol stadyumlarına kale inşa ederiz. İki kalenin de güvenlik ve dikkat olarak hakkını vermezsek; akıbetimiz “TOP” yemektir, yenilmektir, yıkılmaktır. Hüsranı önlemek için bilgi, bilim, dikkat, planlama, dayanışma ve hem teknik bilinç, hem sosyal bilinç önemlidir.
Vicdan nedir? Empatidir, sempatidir, sevgidir, sağduyudur, mantıktır, hakkaniyettir, şefkattir, adalet terazisidir, kendinden gayrısının da haklarını korumak ve saygı duymaktır, içsel muhasebe ve özeleştiridir. Vicdan, bireyin içsel bir ahlaki şuur olarak, eylemlerinin ahlaki değerini yargılama yetisini ifade eder. Bu yeti, insanları iyilik ve kötülük arasında ayırma, adaleti savunma ve hakkaniyeti koruma eğilimini taşır. Vicdan, empati, sempati, sevgi, sağduyu, mantık, hakkaniyet, şefkat ve adalet terazisi gibi kavramlarla yakından ilgilidir.
Vicdan, sadece bireysel değil, evrensel bir ahlak anlayışı olarak da değerlendirilebilir. Yani, insanın yalnızca kendi çevresine değil, tüm canlılara ve hatta doğaya karşı da sorumluluk hissetmesidir. Vicdan, aynı zamanda bireyin içsel muhasebesini yapmasını sağlayan, doğru ile yanlışı ayırt eden ve eylemlerini etik bir zeminde değerlendirmesine yardımcı olan bir iç sestir.
Romantik düşünüp, realist olarak planlayıp, fütürist olarak eyleme geçerek, hem bireysel hem de toplumsal doyuma ve uyuma destek olabiliriz.
Bu gerçekten ilham verici bir yaklaşımdır! Romantik düşüncelerle insanlığın değerlerini ve duygusal yönlerini korurken, fütürist bir şekilde geleceği şekillendiren eylemlere odaklanmak güçlü bir denge yaratabilir. Bireysel ve toplumsal doyum, hem geçmişten gelen değerlere saygı hem de yeniliğe açık bir vizyonla mümkün olabilir. Böyle bir bakış açısıyla belki de sanat, teknoloji ya da sürdürülebilirlik alanlarında yeni bir çağ başlatan projelerde yer alabilirdiniz. Eğer böyle bir adım atacak olsanız, hangi alanlarda katkı sağlamak isterdiniz?
İnsanı ve yaşamı; anlamlı ve değerli kılan etkenlerden biri de mantıklı, tutarlı sorular üretip, cevabını arama uğraşıdır.Neden, niçin, nasıl, ne, niye, kim, nerede, ne zaman gibi soruların cevabı aranmadan yürütülen akıl ve mantık zinciri aldatıcıdır, kısır döngüdür.
Neden ve niçin soruları arasındaki fark, temel olarak sebep ile amaç arasındaki ayrımda yatmaktadır. Bu ayrım, dilbilimsel ve felsefi olarak önemlidir. Neden sorusu, bir olayın geçmişteki nedenlerini sorgularken, niçin sorusu, bir eylemin gelecekteki amacını veya niyetini sorgular.
Hukuk ve adalet arayışında, temellendirme ve gerekçelendirme gerçekten kritik bir rol oynar. Adalet sisteminin temelinde yatan amaç; her bireyin hakkını koruyan, objektif ve mantıklı bir süreç sağlamaktır. Bu süreçte “Neden?” ve “Niçin?” soruları, olayların ve kararların adil bir şekilde değerlendirilmesinde yol gösterici olur.
Duygu ve inançlar; hakikat ve maddi gerçekliğin ta kendisi olamaz. Hakikati arama yolunda takviye donanım olabilir. Fakat ne hazin ve yazıktır ki; küresel düzlemde inançlar, maddi gerçekliği öteleme, gizleme, perdeleme ve bulandırma, sulandırma aparatı olarak kullanılmaktadır. Duygu, inanç, şüphe ve sezgiler ancak belirti, iz, ipucu işleviyle yöntemin bir ögesi olabilirler. Maddi gerçekliğe ulaşmadan; bilim, mantık, ahlak, adalet, güvenlik ve kalkınmanın temeli atılamaz. Aklımızı yedeğe alan, mantığımızı devre dışı bırakan, bilimi itibarsızlaştıran her algı ve anlayışa karşı dik durmalıyız. Düşünüp sorgulamadan, sadece inanmayla yetinmek ve bunu genele yayma çabası; bir hastalık, bir davranış bozukluğu, genetik yıkım belirtisidir.
Ve yazımızı, vicdan terazisiyle bitirelim.
Vicdan: İnsanı İnsan Yapan Temel Değerdir
Vicdan, insanı diğer canlılardan ayıran, ahlaki değerlere ve öz farkındalığa dayalı temel bir özelliktir. Empati, sempati, sevgi, sağduyu, mantık, hakkaniyet ve şefkat gibi insani değerleri bünyesinde barındıran vicdan, aynı zamanda adalet terazisi ve içsel bir pusula olarak da düşünülebilir. Kendimizden gayrısının haklarını korumak ve onlara saygı duymak da vicdanın temel taşlarındandır.
Vicdanın kaynağı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı düşünürler vicdanı doğuştan gelen bir yeti olarak kabul ederken, bazıları ise toplumsal etkileşim ve deneyimler sonucu oluştuğunu savunur. Örneğin, Durkheim gibi sosyologlar, vicdanın toplumsal şuurun bir yansıması olduğunu ileri sürerken, Spencer ve Locke gibi deneyci filozoflar ise, vicdanın deneyimler sonucu oluştuğunu düşünmektedir.
Sonuç olarak, vicdan insanın ahlaki pusulasıdır ve onu doğru yola yönlendiren bir güçtür. Vicdanımızı dinleyerek, daha iyi insanlar olabilir, daha adil bir toplum yaratabilir ve daha anlamlı bir yaşam sürebiliriz. Ancak vicdanın karmaşıklığını ve sınırlarını da göz önünde bulundurarak, ahlaki ikilemler karşısında dikkatli ve sorumlu davranmalıyız. Kendi vicdanımızı geliştirmek ve güçlendirmek için sürekli çaba göstermeli, eleştirel düşünme becerilerimizi kullanmalı ve farklı, tutarlı, adil bakış açılarına açık olmalıyız.
Samsun, 11.05.2025
Ali Rıza MALKOÇ
arm.web.tr
kısaca
Adaletin sağlanması, güçlü bir hukuk ve ahlak bilinciyle mümkündür. Siyasi alandaki yanıltıcı yaklaşımlar, bilinç eksikliğinin ve yalancılığın göstergesidir. Hukukçuların, kişisel önyargılardan uzak durarak, yalnızca somut ve nesnel verilere dayanarak karar vermeleri gerekir; sezgi veya varsayıma dayalı yargılar, adalet yerine felakete yol açar. Hukuk, sürrealist ya da kurgusal düşünceyle değil; ölçülebilir, gözlemlenebilir ve hukuki temellere dayalı gerçeklikle işlemelidir. Suçla ilgisi olmayan bireylerin sorumlu tutulması, modern hukuka aykırıdır. Belirlilik, hukuk güvenliğini ve vicdani kanaati sağlar; belirsizlik ise keyfiliğe ve adaletsizliğe zemin hazırlar. Bu ilkeler ihlal edildiğinde, yargılamanın meşruiyeti sorgulanır.
Teşekkürler sayın hocam. Kısa ve öz işin aslı budur.
Değerli Ali Rıza Bey kardeşim,
Aydınlatıcı yazınız için kutluyorum. Bir noktaya da dikkatinizi çekmek istiyorum.
İnsan süper öğrenicidir. İnsan beyninin %80-85 i ise 8 yaşına kadar oluşuyor. Tutum davranışları da öyle. Geri kalan %15-20 si ise 21 yaşına kadar oluşuyor. İnsanlar 3 yaşından 21-24 yaşına kadar koşullandırılarak zihinsel soykırıma uğratılırsa (şu an yapıldığı gibi), bilgi becerinin yanında kötü ve koşullandırılmış tutum davranış ile “Saygısız, yalan söyleyen, kendine ve etrafına zarar veren” zihinsel soykırıma uğrayabiliyor. Bu nedenle, yüzlerce ucu açık olan bir yumak tek ucundan çekilen bir iple düzgün olarak açılamıyor. Uzağa tohum atıp, hukuk, felsefe, sosyoloji, psikoloji, mantık, ahlak (=zarar vermeme +yalan söylememe) kavramları içinde olumlu tutum ve davranışların kazandırılması ve her hal ve şartta ise Gaussian’ın çan eğrisindeki gibi yine de %10 civarında bir güruhun melanet içinde kalabileceğinin de bilinmesi gerekmektedir. Bir yılda olacak bir gelişme değildir. İyi bir planlama ile 25-30 yılda yapılabilecek işlerdir. Sevgi ve saygılarımla
Yazıma ilave katkı için teşekkürler.
Her yorum, anlamayı daha da kolaylaştıracaktır.
Benim böyle güzel bir yazı için sadece önerim olur. Önerim; Ülkemizde (özellikle günümüz Türkiye’sinde) başta Adalet Bakanı olmak üzere hukuk alanında yetki sahibi olan tüm hukukçuların okuması gereken aydınlatıcı bir yazıdır.
Benim böyle güzel bir yazı için sadece önerim olur. Önerim; Ülkemizde (özellikle günümüz Türkiye’sinde) başta Adalet Bakanı olmak üzere hukuk alanında yetki sahibi olan tüm hukukçuların okuması gereken aydınlatıcı bir yazıdır.
Ahmet Demircan
Yorum, ilgi ve önerileriniz için teşekkürler.
Sayın Malkoç, birden fazla kavramı tanımlayan, bazı değer hükümleri içeren yazınızı okudum. önce, yazınızda da geçen iki soruyu size sormak istedim: neden ve ne için (niçin) bu yazıyı yazdınız. Konu insan (birey) mı, toplum mu, birey-toplum ilişkisi mi?
Dünyaya yukarıdan bakınca iki gerçek dikkati çekiyor: 1) Dünyada egemen olan, sermaye sahiplerinin kontrolündeki kapitalist/emperyalist düzendir. Bu düzen kendi yarattığı “özel mülkiyet, patron, işçi, memur, ücret, fiyat, piyasa, ticaret…) gibi bir çok yapay kavramlarla ekonomi-politikle düzenini sürdürüyor. Kurduğu düzeni sürdürmek için savaş, yalan, bilimsel bilgiyi reddeden inancı, etnik yapıları, böl-yönet gibi araçları kullanmaktadır. Yalan üzerine inşa ettiği sistemi gerçekmiş gibi gösterebilmektedir. Kurdukları eğitim, öğretim (Kur’an kursu gibi), üretim sistemiyle istedikleri insan tipini oluşturmakta, manipüle etmektedirler. Ortaklaşa üretim, adil bölüşüm gibi bir kavramın düşmanıdır. Şimdi böyle bir düzende vicdan, ahlak, hukuk gibi kavramların yer alması mümkün müdür? Dünyada bunun reel uygulamalarını görüyoruz.
2) Dünyanın ikinci gerçeği insan türü nüfusunun 8 milyara yaklaşmasıdır. Kendisi bile bir parçası, ürünü olduğu doğadaki her türlü canlı ve cansızı kullanıp, yok edip, çöpe çevirmesidir. Kapitalist sistem çevre koruma önlemlerinin bile kâr sağlamaktadır.
Dünyadaki bu gerçekler kimin olduğunu bilmediğimiz bir “vicdan” oluşumuyla önlenebilecek midir?
Merhaba, uzun yorum ve içerik için teşekkürler. Elbette sorularınızın cevabını da aynı yazıda bulmanız mümkün değil. O konular farklı bir denemenin konusu
olabilir. Fakat kitaplarımda veya bu sitedeki diğer yazılarımı okursanız, sorularınıza tatmin edici cevaplar bulabilirsiniz. esenlikler